Aşık Veysel, Atatürk ile tanışma şansını kıl payı kaçırdı

Sivas’ın Sivrialan Köyü‘nde karnı burnunda bir kadının koyun sağmaktan dönerken aniden doğum sancısı tuttu. 
Gülizar Hatun; çevredeki birkaç kadının yardımıyla bebesini oracıkta, yol kenarında doğurdu.
Gülizar Hatun ile çiftçi Ahmet Efendi için Veysel adını verdikleri oğulları, Ali’den sonra yine yeni bir umut, çiçek hastalığından kaybettikleri çocuklarının acısına az biraz da olsa merhemdi.
Ne var ki umut fazla uzun sürmeyecek, merhemin etkisi kısa süreli olacaktı.

7 yaşındaki Veysel, o gün çok mutluydu.
Yeni kıyafetini gösterip mutluluğunu paylaşmak için komşuları Muhsine Hatun’un evine nasıl da koşa koşa gitmişti.
Aynı şekilde koşa koşa evine dönerken bir anda gözleri karardı, bastığı yer altından kayıp gitti.
Daha önce iki çocuğunu çiçek hastalığından kaybeden Gülizar Hatun ile Ahmet Efendi, 1901’de yeniden baş gösteren salgın nedeniyle yeniden tarifsiz acılara büründü.
Yeni kıyafetinin keyfini yaşayamayan Veysel, küçük bedeniyle yatağa hapsolmuştu. 
Melun hastalık, gözlerini almadan da yakasını bırakmadı.

Ahmet Efendi, oğlu Veysel’i ‘Kırlangıç Uşağı’ takma adlı seyyar göz doktoruna gösterdi. Doktor, sol gözünün tamamen kapandığını ama sağ gözünün ise ışık aldığını belirterek tedavi olabileceğini söyledi.
Ne var ki yoksul Ahmet Efendi’nin tedavi masraflarını karşılayacak parası yoktu. Sağ gözünün açılması için babasının sağdan – soldan para bulmaya çabaladığı Veysel, günlerden bir gün ahıra girdi.
Bağlı olan öküz bir anda kafasını salladı.  Olmaz olasıca boynuzunun, tedaviyle açılabilecek olan sağ gözüne denk gelmesiyle Veysel’in dünyası bir daha aydınlanamayacak şekilde karardı.

Sol gözünden sonra sağ gözünün de açılma umudu kalmamasıyla Veysel, her geçen gün biraz daha içine kapanık bir ruh haline büründü.
Ahmet Efendi, şiire meraklıydı. Pir Sultan AbdalKul Mustafa, Kul Mehmed, Ruhsatî, Âşık Kerem ve Garib‘in şiirlerini ezberletmek suretiyle Veysel’in kendisini önemli hissetmesini sağlamaya çalışıyordu.
Meşgale olması düşüncesiyle bir de saz aldı.
Veysel, günün çoğunu kendine yaren bellediği sazını tıngırdatarak geçirmeye başlayınca Ahmet Efendi, 10 yaşına gelen oğluna önce Molla Hüseyin’den ardından da Çamşıhlı Ali Ağa‘dan karın tokluğuna ders aldırdı.

Günler; günleri, aylar; ayları, yıllar da yılların peşine takılmış bir halde zaman içinde yitip giderken Veysel, her ne kadar göremese de yaşı gereği hayatın ne olduğunu daha iyi kavramıştı. Bunun sonucunda da artık hayatta nelerden mahrum kaldığının farkındaydı.
Kendisinden 4 ay önce, yaklaşık 2500 km Batı’da doğan Gavrilo Princip’in kıvılcımını çaktığı I. Dünya Savaşı başlamıştı.
Ardından da kendisinin doğumundan 4 ay önce asker olmaya yönelen Mustafa Kemal Paşa‘nın önderliğinde Kurtuluş Savaşı….
Çevresindekiler, kahramanlık türküleriyle ve dualarla cepheye yolcu edilirken Veysel, gazilik veya şehitlik mertebesinden mahrum kalacaktı.
Ağabeyi Ali de şehit olursa son örtüsü olsun diye, cepheye göğsüne konulan Türk bayrağıyla uğurlanmıştı.
Kendini eksik hisseden Veysel’in payına ise içinin ezilmesi kalmıştı.
Ruhsal çöküntü içindeki Veysel, askere gidememenin utancıyla kimsenin kendisini görmesini istemiyordu. Bu nedenle tüm sosyal ortamlardan uzaklaşmış, günün çoğunu bir armut ağacının altında acısını sazının tellerine yükleyerek geçirmeye başlamıştı.

Belli bir yaşa gelen Gülizar Hatun ile Ahmet Efendi’yi bir korku sardı; “Ya ölürlerse… Ya kendilerinden sonra ağabeyi Ali ile kardeşi Elif, Veysel’e bakmazsa…”
25 yaşına gelen Veysel’i bir an önce evlendirmeliydiler.
Akıllarında köyün en güzel kızı olan akrabalarının kızı Esma vardı.
Zaten görmeyen oğullarını evlendirmek için nazları akrabalarından başka kimseye geçmezdi.

Acımasından mı yoksa ailesine karşı gelemediğinden mi bilinmez…
Esma, Veysel ile evlenmeyi kabul etti.
Veysel, mutluydu…
Nasıl olmasın ki?
O yaşına kadar ilk kez kendini eksik hissetmemişti.

Biri kız, diğeri erkek olmak üzere iki çocukla kara dünyası aydınlanan Veysel, hayata dair ilk kez umutlanmış, yazgısının sandığı gibi o kadar da kara olmadığına inanmıştı.
Ne var ki Veysel’in kara yazgısının yazımı henüz bitmemişti.
Oğlu, henüz 10 günlükken annesinin memesinin ağzını tıkaması sonucu hayatını kaybetti.
Aile kayıpları, 1921’de annesi Gülizar Hatun, ondan 8 ay sonra ise babası Ahmet Efendi’nin vefatıyla devam etti.
Acılar, acılar, acılar…
Veysel, annesinin ve babasının koruyuculuğundan yoksun kalmıştı.
Cepheden döndükten sonra evlenip bir çocuk sahibi olan ağabeyi Ali’nin teklifiyle iki aile bir arada yaşamaya başlasa da Veysel, işe yarayabileceğini göstererek bağ işlerinde çalıştı.
Ağabeyi Ali’nin çocuklara bakması için tuttuğu, azap, daha önce yaşadıkları yetmezmiş gibi Veysel’e yeni bir azap daha yaşattı.
Esma, 8 yıllık evliliğin ardından Veysel’i 6 aylık kızıyla baş başa bırakıp azapla kaçtı.

Veysel’in gözleri görmüyor olabilirdi. Ne var ki bu yetisinin eksik olması hislerini ziyadesiyle kuvvetli kılmıştı.
Esma ile azap arasındaki yakınlaşmayı hisseden Veysel, kaçacaklarını anlamış, kendisini ve kızlarını terk eden eşinin çorabının içine bıraktığı bir miktar paranın sarılı olduğu kağıda şöyle bir not yazmıştı; “Al, bu para ananın ak sütü gibi helal olsun. Gittiğin yerde kendini ezdirme. Bir de güzelliğin on par’etmez, bu bendeki aşk olmasa…”

Bitmiyordu, Veysel’in hayatının kara perdesinde acıları adına ‘Son’ yazmak bilmiyordu.
Esma’nın kaçmasından iki yıl sonra Veysel’in kızı da hayata gözlerini yumdu.
Hayat damarları birbir kesilen 33 yaşındaki Veysel, yaşadığı acıların, yalnızlığın oluşturduğu ‘Belki uzaklara gidersem kötülükler beni takip edip peşimden gelmez’ şeklindeki ruh haliyle artık başını alıp uzaklara gitmek istiyordu.
Veysel, yakın arkadaşı Âşık İbrahim‘in yarenliğiyle Adana’ya gitmek istese de komşu köyden arkadaşı Deli Süleyman‘ın her fırsatta “Yol bilmez, yordam bilmezsin. Nereye gideceksin, gittiğin yerde ne eyleyeceksin?” demesiyle kararından vazgeçti.
Veysel, uzaklara gitme kararından vazgeçmesini şöyle dile getirdi; “Bu adam, saz çalarım dinler. Söze başlarım, keser. ‘Gideyim’ derim, ‘Gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, ‘Gitmiyorum vesselam’ diye bu seyahatten vazgeçtim.”

Veysel’in bulunduğu topraklardan uzaklaşma arzusunu duyan Beleni Köyü’nden Kasım, “Madem köyünden uzaklaşmak istiyorsun, bizim köye gel” dedi.
Ne var ki Deli Süleyman çok sevdiği arkadaşının başına bir hal gelmesinden yine endişelenerek bir kez daha “Gitme” dedi. Bir diğer arkadaşı  Kalaycı Hüseyin de gitmesine razı değildi.
Ne var ki gün geçtikçe daha da ruhsal çöküntüye giren Veysel, köyünden ayrılmakta kararlıydı. Bunun üzerine Veysel, Kasım’ın da razı gelmesiyle Deli Süleyman ve Kalaycı Hüseyin de yanında olmak üzere Beleni Köyü’ne gitti.

Birkaç ay yaşadığı Beleni Köyü’nde az biraz da olsa ruhsal çöküntüden sıyrılan Veysel, arkadaşlarıyla birlikte Kasım’a daha fazla yük olmamak için köyüne dönmek üzere yola çıktı.
Yolunun üzerindeki Girit Köyü’nden 9 liraya aldığı saz, Veysel’in Âşık Veysel haline dönüşmesinin ilk kıvılcımı olacaktı. Ayrıca hayat, Veysel’e “Yeter sana çektirdiğim, mutlu olmak senin de hakkın” der gibi bir hale bürünüp karşısına yine yolunun üzerindeki Karayaprak Köyü’nden Gülizar Hanım‘ı çıkardı.
Âşık Veysel ile Gülizar Hanım, 1928’de evlendi.
Merhum annesiyle aynı adı paylaşan Gülizar Hanım, sevgisiyle Veysel’in karanlık dünyasının güneşi olurken kızı Zöhre‘nin doğumuyla yeniden yaşama sevinciyle yüklendi.
Daha sonra da Ahmet‘in doğumuyla.
Ne var ki kara yazgısı, yüzünü bir kez daha gösterdi. Üçüncü çocuğu Hüseyin, 7 aylıkken hayatını kaybetti.
Veysel; Menekşe, Bahri, Zekine ve Hayriye adını verdikleri çocuklarının doğumuyla var gücüyle hayat ağacının dallarına sıkı sıkıya tutundu.

Veysel, 1930’da Sivas’ta edebiyat öğretmeni olarak görev yapan Ahmet Kutsi Tecer ile tanıştı. Tecer’in 5 Ocak 1931’de düzenlediği ‘Sivas Âşıklar Bayramı’na katılan Veysel, sazıyla sözüyle hem dinleyenleri hem de meslektaşlarını kendine hayran bıraktı.
Veysel, o tarihten sonra ‘Âşık Veysel’ olarak Türkiye’yi diyar diyar gezerek konserler verdi.

1933’te Ağacakışla Bölge Müdürü Ali Rıza Bey, Cumhuriyet’in 10’uncu yılı vesilesiyle yöredeki şairlere şiirler yazmalarını salık verdi.
Âşık Veysel’in yazdığı 16 satırlık, 64 dizelik ‘Cumhuriyet Destanı’nı çok beğenen Ali Rıza Bey, “Ben bunu Ankara’ya göndereyim” dedi.
Çok sevdiği Mustafa Kemal Paşa‘nın huzuruna çıkacağını ümit eden Âşık Veysel, bir hayli zaman bekledikten sonra haber gelmeyince Âşık İbrahim ile Ankara’ya gidip ‘Cumhuriyet Destanı’nı Mustafa Kemal Paşa‘nın huzurunda okumak istedi.
Cumhuriyet’in 10’uncu yıl kutlamaları geçmiş, yıl 1934 olmuştu ama zararı yoktu. Benliği, Mustafa Kemal Paşa‘nın huzuruna çıkmak için bitip tükenmek bilmeyen bir arzuyla doluydu.

Yolculuk için paraları olmadığından dolayı kara kışta Sivrialan’dan yaya olarak yola çıkan Âşık Veysel ile Âşık İbrahim 3 ay sonra Ankara’ya ulaştı.
Ankara’ya ulaşmasına ulaştılar ama ceplerinde beş kuruş bile olmayan Âşık Veysel ile Âşık İbrahim, Erzurumlu Paşo Dayı‘nın kendilerini evinde misafir etmesiyle kalacak yer sorununu çözdü.
Birkaç gün orada kaldıktan sonra çevredeki kahvehanelerde çalıp söyleyerek bir miktar para kazanan Âşık Veysel ile Âşık İbrahim daha sonra Hasan Efendi‘nin kendilerini misafir etmesiyle Ankara’da kalmaya devam edebildi.
Hasan Efendi, Mustafa Kemal Paşa‘nın huzuruna çıkmaları için kendilerine yardımcı olabilecek bir milletvekili olduğunu söyleyince soluğu onun yanında aldılar.
– Ne istiyorsunuz?
– Vallahi biz halk şairiyiz, Gazi‘yi görmek istiyoruz.
– Bırak canım. Siz kıyıda köşede çalın – çağırın, geçin – gidin beş – on para kazanabiliyorsanız… Halk şairine, şuna – buna ehemmiyet veren yok.
– Hayır, öyle değil. Bizim şöyle bir destanımız var, bunu okuyalım da onun için onu duyuracağız.
– Söyle bakalım.
Âşık Veysel, ‘Cumhuriyet Destanı’nı okuduktan sonra milletvekili; “Güzel. Çok iyi yazmışsın ve iyi düşünmüşsün. Bunu Hakimiyet-i Milliye Gazetesi‘ne götürelim” dedi.
Ne var ki milletvekili, ertesi günü “Ben böyle şeye karışmam. Gidin ne yaparsanız yapın. Ben öyle şeyleri bilmem” deyince Âşık Veysel ile Âşık İbrahim, gazeteye kendi başlarına gitmeye karar verdi.

Mustafa Kemal Paşa, o sıralarda İran Şahı Rıza Pehlevi‘yi ağırlamaya hazırlanıyordu.
Bu nedenle şehrin merkezi yerlerine hırpani kılıklıların girmesine izin verilmiyordu.
Âşık Veysel ile Âşık İbrahim, Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’ne ulaşmak için Bent Deresi’nden inip Karaoğlan Çarşısı’ndan geçmek isterken polisler tarafından durduruldu.
– Çarşıya girmeyin.
– Yahu biz dilenecek değiliz, başka işimiz var.
– Hayır, olmaz. Giremezsiniz.

Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’ne Karaoğlan Çarşısı’nın çevresinden dolanarak giden Âşık Veysel ile Âşık İbrahim, asıl adı Hüseyin Avni Bey olan gazetenin yazarlarından Aka Gündüz Bey‘e ulaşmayı başardı.
‘Cumhuriyet Destanı’nın beğenilmesi üzerine gazete, Veysel’in fotoğraflarını çekip 8 lira telif ücreti verdi. 
2 Nisan 1934’te Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde şöyle bir yazı yayımlandı; “Dün gazetemize Anadolu’nun saz şairlerinden biri geldi. Sivrialan Köyü’nden olan bu yanık yüzlü adamın iki gözü de görmüyordu. Bu saz şairinin yeni yazdığı koşmalar, inkılâbın halkın en görgüsüz tabakalarına kadar nasıl işlemiş, anlaşılmış ve sevilmiş olduğuna en büyük delildir.”
* O dönemlerde yoksul, eğitimsiz kişiler ‘Görgüsüz’ olarak tanımlanıyordu.

Ertesi günü gazete almak için yine Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’ne giden iki yaren, Karaoğlan Çarşısı’nın çevresindeyken yolları, polisler tarafından bir kez daha kesildi. Oradaki polisler gazeteyi okumuştu; “Ooo Veysel Efendi, siz misiniz? Âşık Veysel… Efendim, kahvelere girin oturun istirahat edin, ayak üzeri dolaşmayın” dedi.
Âşık Veysel’i tanıyanlar evlerine götürüp yemek ikramında bulundu.  

45 gün boyunca Ankara’da bekledikten sonra Mustafa Kemal Paşa‘nın huzuruna çıkma konusunda umudunu kaybeden Âşık Veysel, köye dönmek istedi. Tanıştıkları bir avukat, “Siz sanatkâr adamsınız. Belediyeden köyünüze dönmek için harcırah alabilirsiniz” dedi.
Ne var ki belediye, harcırah vermeyi kabul etmedi.
Belediyeden bir görevlinin tavsiyesi üzerine âşıkların, yazarların, şairlerin buluşup sosyalleştiği halkevine giden Âşık Veysel ile Âşık İbrahim kapıdan içeri girecekken kapıcı durdurdu; “Giremezsiniz.”
O esnada orada olan biri, kapıcıya şöyle seslendi; “Yahu bunları bırakın, bunlar tanınmış adam. Âşık Veysel’dir? Geçsin edebiyat şube reisiyle tanışsın.”

Odaya girdiklerinde, edebiyat şube reisi İshak Bey, Afyonkarahisar milletvekili İzzet Ünlü Bey ve umumi halkevlerinin reisi Necip Ali Bey sohbet ediyordu.
Gazeteyi onlar da okumuştu.
Hürmette kusur etmedikleri gibi Necip Ali Bey, üzerlerine birer kat elbise yaptırdı. Bir de pazar günü konser düzenledi.
Veysel, konserden kazandığı 50 lirayla kendisini hayata yeniden bağlayan Sivrialan’daki eşi Gülizar Hanım ile çocuklarının yanına döndü. Mustafa Kemal Paşa‘nın huzuruna çıkıp yazdığı destanı okumasının nasip olmaması, Âşık Veysel’in ruhunda yeni derin bir yara açsa da Sivrialan’dan yaya olarak 3 ayda ulaştıkları Ankara yolculuğunda o eşsiz eserlerinden birini ortaya çıkardı.
‘Uzun İnce Bir Yoldayım’…

Âşık Veysel, 1935’te İstanbul Radyosu’ndan davet aldı.
İstanbul’a giden Âşık Veysel, Beyoğlu’ndaki Tokatlıyan Han’a gidip stüdyoya girdi.
Öylesine çaldı, öylesine söyledi ki…
Dinleyicilerden Arapgirli Mehmet, yayın sonrası stüdyoya gelip Âşık Veysel’i evine davet etti. Aynı sıralarda Atatürk, radyoda yanık sesine hayran kaldığı Âşık Veysel’i “Bu aşığı bulun getirin” diye talimat verdi.
Yaver Şükrü Özer, hemen radyoyu arasa da binadan ayrılan Âşık Veysel’e ulaşamadı. Adresi de bilinmiyordu.
Eğer Âşık Veysel, radyo binasından birkaç dakika geç ayrılmış olsaydı, ‘Cumhuriyet Destanı’nı Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün huzurunda okuyabilecekti.

Sabah olduğunda Atatürk‘ün kendisini sordurttuğunu öğrenen Âşık Veysel; Dolmabahçe Sarayı’na giderek Yaver Şükrü Özer’e “Gazi’nin dün çağırttığı âşık benim. İzin verin huzuruna varayım” dedi.
“Olmaz.” O bir zevk zamanı idi. Şimdi çalışma zamanı… Sen adresini bırak, yeniden hatırlar da sorarsa biz seni buluruz” dedi.
Bir kez daha boynu bükülen Veysel, Sivrialan’a döndü.
Beklediği haber hiç gelmedi.
Âşık Veysel, Atatürk‘ün vefatından sonra “Atatürk’e Ağıt” adlı eserini yazıp besteledi.

1940’da dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından köy enstitüleri kurulmaya başlandı.
Adını iyiden iyiye duyuran Âşık Veysel, Ahmet Kutsi Tecer‘in katkısıyla, Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar’daki köy enstitülerinde saz öğretmenliği yapmaya başladı.

Âşık Veysel, Tecer’in katkısıyla hem daha geniş çevrelerce tanındı hem de birçok öğrenci yetiştirdi. 
Âşık Veysel, Tükçe’yi son derece düzgün ve yalın kullanımının yanı sıra eserlerindeki duygu bütünlüğüyle döneminin en etkin edebiyatçılarından biri haline geldi.

1940’a kadar Âşık İbrahim’in yarenlik yaptığı Âşık Veysel’e bu tarihten sonra ‘Küçük Veysel’ lakaplı Veysel Erkılıç yoldaşlık etmeye başladı.  Âşık Veysel, 1952’de senaryosunu Bedri Rahmi Eyüboğlu‘nun yazdığı, Metin Erksan‘ın yönettiği yarı otobiyografik ‘Karanlık Dünya’ adlı sinema filminde rol aldı. Ne var ki bu film, “Anadolu’daki ekinleri cılız ve kısa boylu gösterdiği için” dönemin sansür kurulu tarafından yasaklandı.

Veysel Erkılıç’ın 1960’da vefat etmesi üzerine Âşık Veysel’in yarenliğini oğlu Ahmet Şatıroğlu devraldı.
1965’te TBBM’nin çıkardığı özel bir kanunla ana dile ve milli birliğe yaptığı hizmetlerden ötürü 500 lira maaş bağlanan Âşık Veysel’in eserleri 1970’lerde Hümeyra, Selda Bağcan, Gülden Karaböcek, Fikret Kızılok, Esin Afşar tarafından seslendirilmeye, ünlü halk ozanının bestelerine albümlerde yer verilmeye başlandı.

Fikret Kızılok, Âşık Veysel, defnedildikten sonra kabri başında “Ustamın parmaklarına değen bu sazın da toprak olması gerekir. Artık ona can veren parmaklar yok” diyerek sazını kırdı.

Âşık Veysel’, 1972’de akciğer kanserine yakalandı.
İlk eşi Esma Hanım, gelip kendisiyle helalleşmek istedi.
Hayriye Hanım, babasına Esma Hanım’ın helalleşmek için geldiğini söyledi.
Aşık Veysel “İstiyorsa gelsin” dedi demesine ama Esma Hanım, tam içeri girecekken “Ben o adama çok çektirdim, Allah da beni perişan etti. Ne yüzle onunla helalleşeceğim” deyip içeri girmeden döndü.
Yaşamının yarısını büyük acılar ve sıkıntılar içinde geçiren Âşık Veysel, 21 Mart 1973’te saat 03:30’da, doğduğu Sivrialan’daki evinde akciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybederek sadık yâri kara toprakla buluştu.

Sivrialan Köyü’nde bulunan halk ozanı Âşık Veysel’in evi Kültür Bakanlığı tarafından 1979’da kamulaştırıldıktan sonra 1982’de müze olarak ziyarete açıldı.

Müzede Âşık Veysel’in bal mumundan heykeli, kişisel eşyaları, fotoğrafları, şiirleri ve onunla ilgili yayınlanan eserler sergileniyor.
Âşık Veysel’in anısını yaşatmak için her yıl, 9 – 11 Temmuz arasında Sivrialan Köyü’nde anma törenlerinin yanı sıra ‘Âşık Veysel Âşıklar Bayramı’ adı altında festival düzenleniyor.




Related Posts

Bir yanıt yazın

izmit escort bursa escort istanbul escort şişli escort avcılar escort beylikdüzü escort şirinevler escort avrupa yakası escort istanbul escort şişli escort ataşehir escort bursa escort betvino beylikdüzü escort şişli escort sex hikaye milanobet güncel adresi ataköy escort istanbul escort roketbet yeni giris roketbet üyelik roketbet bonuslari roketbahis yeni giris antalya escort antalya escort istanbul escort